Sanatın meydan okuyuşu…

Gülriz Sururi, hiçbir tören istemeden toprağa verildi. 
Aslında bu bir meydan okumadır.
Alışılmış törenleri kabul etmemek, kendini doğanın kucağına emanet etmek, topluma verilen bir mesajdır. 
Kendisiyle son karşılaşmalarımızdan biri, sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” sırasında olmuştu. Ondan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Park Otel’de yaptığı toplantısında görüştük. Her zaman bilinçli bir katılımcı oldu.
Sanat dünyamız: müzisyenlerimiz, tiyatrocularımız, şairlerimiz, yazarlarımız, çizerlerimiz vb. her zaman toplumun işaret fenerleri olmuşlardır. 
Elbette eğlence dünyasını ve eğlendiricileri, bu sanat dünyamızın içinde görmüyoruz. Zaten onlar da toplum yerine iktidara hizmet etmenin nimetlerini görüyorlar. 
Bu bir yukardan bakış değil, insanı düşündüren, insanı geliştiren sanat ile, toplumu oyalayan “eğlencelikler” arasındaki farkı bilmektir.

***

Gülriz Sururi, tiyatronun içine doğmuş bir insanın, kaderini, toplumsal sorumluluğunun bilincinde olan bir sanatçıya dönüştürmesinin canlı örneğidir. 
Sevgili Zeynep Oral onu çok yönlü anlatan yazısında açıkladı.
Toplum, Gülriz Sururi’yi de Engin Cezzar’ı da çok önemli oyunlarıyla tanıdı. 
Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın “Kabare tiyatrosu” da nitelikli bir kabare örneği olmuştu. Toplumsal hiciv o zaman da vardı. Süleyman Demirel kendi parodisine kahkahalarla gülmüş, sanatçıları kutlamıştı.
Olacak O Kadar” ile televizyonlarda Levent Kırca parodileri gülerken düşündüren skeçlerdir. Sevgili Müjdat Gezen değerli sanatçımız Savaş Dinçel ile başladığı bayrak nöbetini yıllardır sürdürüyor. 
Elbette sevgili Genco Erkal her oyunuyla uygarlığın önündeki engelleri toplumun önüne sermiş, sanatın toplumsal etkisini yıllar boyunca sürdürmüştür. 
Sanat dünyamız ülkemizin uygarlık yolunda sesini yükseltmekte, sürüklenmek istediğimiz din baskısına yaslanan “siyasal dinci iktidara” karşı çıkmaktadır. 
Oysa bu karşı çıkışı modern bilim çevrelerinden daha yoğun görmeliydik.

***

Hukukun böylesine iktidar bağımlısı kılınmasına “hukuk fakülteleri” açıkça karşı çıkmalıydı. Bu konuda Barolar büyük bir görev yapmaktadır. Gerek il baroları gerekse Barolar Birliği bu adaletsiz uygulamalara şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ama ya “hukuk fakülteleri”? Bu öğretim üyeleri ülkemizde olup bitenleri öğrencilerine nasıl anlatıyorlar, merak ediyorum.
Aralarındaki görevlerine son verilen öğretim üyelerini nasıl içlerine sindiriyorlar? 
Üniversitelerin “sosyal bilim” bölümleri, “davranış bilimleri” fakülteleri, tıp fakülteleri, psikiyatri bölümleri ülkenin durumuna ilişkin bir yorum yapmıyorlar mı? 
Ülkedeki yaygınlaşan “kaygı bozukluğu”, artan “depresyon” dikkatlerini çekmiyor mu? 
Üniversite öğretim üyeleri, aralarında yıllardır çalışan meslektaşlarının uydurma suçlamalarla görevlerine son verilmesini nasıl karşılıyorlar?
Doğrusu, bilim dünyamızdan beklediğimiz haklı tepkiyi göremiyoruz. Ya da ben göremiyorum. 
Ortaçağda Paris Üniversitesi’nin laik hocalarının krala karşı çıkışlarını ve bir yıl üniversite eğitimini durduklarını okumuş, hayretler içinde kalmıştım. (Bakınız; Jaques Le Goff– Ortaçağda Entellektüeller- İş Bankası Yayınları). Bir yıl üniversite Orleans kentine giderek eğitimine orada devam etmiş. 
Bilim dünyamızın bu gidişe karşı durması bilimin sorumluluğu gereğidir.

***

Bilime ve sanata sırtını çeviren bir siyasal iktidar devam eder mi? 
Eğer karşı çıkılmazsa evet, eder. 
Ama bilim ve sanat, uygar dünyanın bin yıllardan gelmiş kazanımlarıdır. 
Onlar karşı çıktığı zaman toplum da karşı çıkar. 
En güçlü görünen iktidarlar da çekilir gider. 
Geride elbette büyük bir hasar bırakırlar. 
Bu da onları başlarında tutan toplumların ödediği bedel olur. 
İşte yerel yönetim seçimleri. 
Bu gidişe büyük bir HAYIR demenin önümüzdeki dönemecidir. Bu gidişe HAYIR diyelim. 
Bunu başaralım. 
Bunu başaralım…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Günümüzün Sokrates’leri…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yapay Zeka

Yapay zekâ aldı başını gitti. 
Her şeyi ‘insansız’ yapıyoruz.
İnsansız hava aracı. İnsansız benzin istasyonu. İnsansız market. İnsansız banka. 
Her şey sizi algılayan sensörlerle, izleyen kameralarla, işlemi yapan programlar yüklenmiş cep telefonunuzla olup bitiyor. Hazırlanmış algoritma yaşamınızı kontrol altına alıyor. Ve siz çok rahat ediyorsunuz. Yaşamınızla beraber aklınızı da ‘yapay zekâ’ya teslim ediyorsunuz. 
Yeni tanrınız artık budur, ‘yapay zekâ’. Sihirli sözcük. 
İyi de bizim ‘doğal zekâmız’a ne oldu da vazgeçtik?
Hani beynimizde 100 milyar nöron vardı da, her nöronda on bin sinaps vardı da, onlar çalışıp üretiyorlardı? Ne oldu bizim beynimize de ondan vazgeçtik? 
Kullanım tarihi mi doldu? Modası mı geçti? 
Beynimize ipotek mi kondu yoksa? Emanete mi verdik? 
Aslında hiçbiri değil. Biz farkına varmadan olan şudur: 
Genç teknik yaşlı felsefeyi ezdi geçti. 
Genç teknik birkaç yüzyılda hızla gelişti. 
Birkaç bin yıllık felsefe rafa kaldırıldı. 
İnsanoğlu ‘neden’ diye düşünmeyi sevmiyor. Tekniğin ‘nasıl’ diye soran şehveti insanı esir aldı. 
Atomun parçalanmasıyla yeni büyük enerjiyi bulan ‘teknik’, sonunda atom bombasına ulaştı. 
Genleri kontrol etmeyi başaran teknik, ‘ısmarlama insan üretme’ peşinde. Nereye varacağını yapanlar da bilmiyor. 
‘Neden’ diye düşünmeden yaptığınız her şey sonunda belanız olur. 
Ekonomi, tıp, hukuk, eğitim, mühendislik, mimarlık, sanat, her şey önce ‘neden’ sorusunun yanıtını vermelidir. Her konunun felsefesi onun özüdür, onun anlamıdır. 
Neden ‘ekonomi’? İnsanın gereksinmesinden kopup paranın kazanılmasına yönelen tüketim ekonomisi sonunda duvara toslar. 
İnsan sağlığını korumayı unutup, hastalığı tedavi etmeye yönelen tıp, ilaç üretenlerin uygulama alanına dönüşür. 
Adaleti sağlamayı bırakıp güçlü olanın ceza sopasına dönen hukuk aslını inkâr etmiş olur. 
Eğitim, özgür insan aklını yapıcı donatıma kavuşturma amacından sapıp, zihinsel şablonlarla şartlandırma aracına dönerse yararlı değil zararlı olur. 
Mühendislik kendi kurallarını müteahhidin para kazanma hırsına kurban ederse sonuçlar felaket olur. 
Başımıza gelen tren kazaları, göle dönen havalimanları, betona kurban edilen yeşil alanlar, artan kanser hastalıkları, hepsi ve dahası bu ‘sormayan akılların’ başına gelen cezalardır.

***

Eğer bir ülkede, bir düşüncesini yazıyla paylaştığı için 30 ay (yazıyla otuz ay) hapse mahkûm edilen tıp doktoru profesörlere yeterli adil ilgi gösterilmiyorsa orada büyük kayıplar var demektir. 
Eğer adalet duygunuz kaybolmuşsa, zekânız doğal olsa ne olur, yapay olsa ne olur? 
Eğer tepki verme cesaretiniz kaybolmuşsa, uğrayacağınız her haksızlık yeni bir haksızlığın gerekçesi olur. 
‘Biz fikri hür, vicdanı hür insanlarız’ diye pankart açan Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencileri özgür insan aklının sesi olmuşlardır. 
Eğer bu gençleri destekleme gücümüz yoksa biz hangi zekâyı temsil edebiliriz?

***

Biliyorum, önümüzde yerel yönetim seçimleri var. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu çok doğru bir seçimdir. Beylikdüzü’ne yaptığımız çalışmamızda kendisini yakından tanıdık. Çok başarılıdır, burada da çok başarılı olacaktır. 
Ankara’da Mansur Yavaş geçen seçimde kazanmış ama seçim çalınmıştır. Kendisine başarılar diliyorum. 
Ben yerel yönetim seçiminde oyumu sadece onlar için değil, 
Özgür aklın kazanması için vereceğim. 
Ben oyumu adalet için çalışan bağımsız hukuk için vereceğim. 
Ben oyumu güçler ayrımını sağlayan parlamenter rejim için vereceğim. 
Ben oyumu laik eğitim için vereceğim. 
Ben oyumu ülkemin geleceği için vereceğim. 
Ben oyumu Atatürk Cumhuriyeti için vereceğim. 
‘Neden’ diye soranlara yanıtım budur…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bak Refik, Bozkurt Güvenç bize ne öğretti?

Çırak aranıyor” demiştin bize Refik. Biz de sahiden çırak aranıyor sanmıştık. Meğer bizi anlatırmışsın Şair.
Bizim nasıl yaşamın çırağı olduğumuzu söylermişsin.
Biz de saf saf han kapılarına bakıp gülüşmüştük.
Han kapılarında çırak ilanları vardı.
Çırak aranıyordu.
Bizim kendimizi usta sandığımız zamanlardı.
Sen söylemiştin de biz anlamamıştık.
Sonra Bozkurt Güvenç Hoca’yı tanıdık.
Bozkurt Hoca bize çıraklığı anlattı.
Öyle sakin sakin anlattı, biz de dinledik.
Keşke sen de dinleseydin Refik, severdin.
Öğrenmeyi anlattı bize Bozkurt Hoca, biz öğretmeyi gördük.
Okurluğu anlattı bize Bozkurt Hoca, biz yazarlığı anladık.
Tarlayı anlattı bize, biz sofrayı gördük.
Düşünmeyi anlattı bize, biz bilgeliği gördük.
Dinlemeyi öğretti bize, biz anlatmayı öğrendik.
Uzlaşmayı anlattı bize, biz ilkeleri anladık.
Direnmeyi anlattı bize, biz azim nedir bildik.
Çıraklığı anlattı bize Bozkurt Hoca, biz ustalığı anladık.
Çıraklığı anlattı bize.
Çırağın meraklarını.
Çırağın öğrenme arzusunu.
Çırağın heyecanlarını.
Çıraklık maceralarını anlattı Bozkurt Hoca.
Çırak olmaya imrendik Refik.
Hepimiz çırak olalım istedik.
Hoca teselli etti bizi.
Siz zaten çıraksınız” dedi.
Biz hepimiz çıraklarız” dedi.
Dünyayı merak ediyoruz.
Hayatı merak ediyoruz.
Özgür olmayı, öğrenmeyi, bilmeyi merak ediyoruz.
Dünyanın çıraklarıyız biz.
Yaşamın çıraklarıyız biz.
Merak edenleriyiz, arayanlarıyız, deneyenleriyiz.
Bakın” dedi Bozkurt Hoca, “ben Amerika’yı gördüm, Japonya’ya gittim,sonunda neyi buldum dersiniz?”.
Hepimiz şaştık kaldık, bir şey diyemedik.
Sonunda gene kendimi buldum” dedi Bozkurt Hoca.
Bendim, kendimdim. Doğrusuyla ben, yanlışıyla ben.”
Yaşamak çıraklıkmış Refik.
Sen bize söylemişsin de biz anlamamışız.
Sen han kapısında ilan görmüşsün de üstüne şiir yazmışsın gibi gelmiş bize.
Oysa sen bize hayatı anlatıyormuşsun.
Hey gidi sevgili şair.
Çırak geldik bu dünyaya çırak gidiyoruz.
Bozkurt Hoca anlattı da anladık.
Çıraklıkmış yaşamanın özü.
Şimdi siz gittiniz de biz mi kaldık?
Yok Refik, öyle olmadı, öyle olmaz.
Ne siz gittiniz, ne biz kaldık.
Biz sizinle gittik, siz bizimle kaldınız.
Laf olsun diye söylemem bunları.
Bir parçamız sizinle gitti, doğru.
Ama siz bizimle kaldınız, bu daha doğru.
Bak Sokrat da bizimle kaldı. Bizimle yaşıyor.
Sabah kahvesini beraber içtik.
Freud’la yürüdük deniz kıyısında.
Dalgındı gene, düşünüyordu.
Hep beraberiz, bilirsin bunu.
İki gün görüşmesek üçüncü gün buluşuruz.
Refik Durbaş. Bütün çırakların şairi.
Bozkurt Hoca. Güzellikler kurucusu.
Hep beraberiz.
Belki daha çok beraber olacağız.
Birlikte daha çok işler yapacağız.
Birbirimizi bunun için sevmedik mi?
Daha doğru bir dünya için yaşamadık mı?
Gene öyle yaşayacağız.
Hep beraber…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Seçim Yapmak

Dünyanın en zor işlerinden birisidir “seçim yapmak”.

Çünkü, seçenekler arasında ölçüp biçerek karar vermeyi gerektirir. 

Televizyonda izlenecek programdan gömlek almaya kadar her şey bir seçim yapmayı gerektirir. 

Hele de mesleğini seçmek, eşini seçmek gibi yaşam dönemeçleri çok daha sorumlu (ve elbette sorunlu) seçimlerdir. 

Ama önümüzdeki “yerel yönetim seçimleri” seçmen için çok zorluk yaratmayacaktır. 

Seçmen, şimdiden neyi ve kimi seçeceğini belirlemiş gibidir. 

Bizim siyaset alanımız temel eksene, buna dayalı ilkelere, hatta yerel yönetimden beklenenlere bile pek bağlı sayılmaz. 

Bizde seçmen partisini seçmiştir. Onun adayına oyunu verir ve seçimini yapmış olur. 

İyi de, partisini nasıl seçmiştir? 

İşte sorun buradadır. 

Bizim seçmen partisini “bu olsun” diye değil, “aman o olmasın” diye seçer. 

İşte bu “aman o olmasın da” korkusu “kim olursa olsun” diye biter. 

Aman o olmasın” korkusunun gölgesinde yapılan oylamanın seçim olduğunu düşünür müsünüz? 

Elbette ki bu tercih bir seçim değildir, bir kaçış, bir sığınmadır. 

Aman o olmasın” korkusunun nedenini sorsanız bir yanıt alamazsınız, çünkü bu korkunun yanıtı yoktur. 

Bu korku, gelenekselleşmiş bir önyargıdır. 

Bunlar dindar” sözünün de bir önyargı olduğu gibi. 

Çünkü, bilinçli bir dindar, dinin ne oldu-ğunu bilir, ona uymanın ve uymamanın ne olduğunu bilerek değerlendirmesini yapar. 

Başkasının malını çalanın dindar olmayacağını bilir. 

Kul hakkı yiyenin dindar olmayacağını bilir. 

Yalan söyleyenlerin dindar olmayacağını bilir. 

Dini çıkarları için kullananların dindar olmayacağını bilir. 

Onun için de “ama bunlar dindar” diye oy vermek bir saplantılı önyargıdır.

Dindarlık değildir. 

Önyargı ile atılan oylar bir seçim yapıldığını değil, bir seçim yapılmadığını gösterir. 

Zorlanmalı saplantı ile seçim yapılmaz, yapılamaz. 

Korku ile sandığa atılan oylar seçim yapılmadığını gösterir. 

Bunu seçmezseniz işsiz kalırsınız” tehdidi ile verilen oylar seçim yapılmadığını gösterir. 

Baskı altında atılan oylar seçim yapılmadığını gösterir.

Öyleyse neyin seçiminden söz ediliyor? 

Bu, seçim yapma değil, seçim yapmama oyunudur. 

Ancak bilinçli seçmen bu oyunu bozabilir.

***

Unutmayın. 

Kurumlarınız bir bir işlevsiz kılınmış, kaldırılmıştır. 

Yargınız, yüksek yargınız dahil, emir altına alınmıştır. 

Ekonomik kurumlarınız yok sayılmaktadır. 

Eğitiminiz ümmet eğitimine ayarlanmıştır.

Üniversiteleriniz baskı ipoteği altına alınmıştır. 

Meclisiniz işlevini kaybetmiştir.

Ülkeniz kararnamelerle yönetilmektedir. 

Tek Adam rejimi hükmünü sürdürmektedir. 

Hiçbirinizin hiçbir güvencesi kalmamıştır. 

Siz şu anda özgür değilsiniz. 

Bu seçimler sizin özgür iradenize sahip olma seçimidir. 

Siz, önyargıların geleceğinize hâkim olamamasının seçimini yapacaksınız. 

Siz, korkularla oy verenlerin size egemen olmamasına oy kullanacaksınız. 

Bir tek oy bile bu karanlık tabloda çok değerlidir. 

Bu seçimler T.C’ye sahip çıkmanın seçimidir. 

Bu seçimler, toplumun hipnozdan kurtulmasının seçimidir. 

Oyunuz bu toplumun kurtuluşu olacaktır. 

Bilinçli oylar bu toplumun geleceğidir. 

Türkiye Cumhuriyeti ancak o zaman bu karanlıktan sıyrılıp kurtulacak, yeniden parlayacaktır.

Önyargılara karşı, 

Korkulara karşı, 

Baskılara karşı, 

Hilelere karşı, 

Görev başına…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Uygarlarla Barbarların Savaşı

Roma uygarlığını barbarlar yıkmıştır. 
Kuzeyden gelmişlerdi. 
Hiçbir kuralları yoktu. 
Barbarlar yağmacı kavimlerdir. 
Elde etmek istediklerini şiddet yoluyla alırlar. 
Baskın yaparlar. Vururlar. Öldürürler. Alırlar. 
Yakıp yıktıklarına dönüp bakmazlar. 
Yakıp yıktıklarının ne olduğunu bilmezler, bilseler de aldırmazlar. 
Güçleri, yandaşlarına sağladıkları çıkarlar, karşıtlarına saldıkları korkulardır. 
Ülkemin gidişine bakıyorum. 
Uygarlarla barbarların savaşını görüyor gibiyim. 
Barbarların kural tanımazlığı. 
Barbarların öfkeli saldırısı. 
Barbarların korku salışı. 
Dökülen kanlar, çaresiz insan çığlıkları. 
Bir Guernica sahnesi gibi. 
Roma uygarlığını barbarlar yıktı. 
Ama barbarlardan geriye hiçbir şey kalmadı. 
Roma uygarlığının insanlığa kattıkları ise bugün bile yaşıyor. 
Roma hukuku bugün ders olarak okutuluyor. 
Romalıların yaptıkları yollar, sukemerleri.
Uygarlığın kalıntıları bile İtalya’nın tarihi. 
Savaşları barbarlar kazansa da, 
İnsanlık tarihi uygarların tarihidir. 
Ama savaşları hep barbarlar mı kazanır?

***

Hitler, döneminin büyük barbarı idi. 
1940 yılında savaşı kazanıyordu. Paris’e girmişti. Ne oldu? 
Bugün Hitler, Almanya’nın utancıdır. 
MussoliniFrancoSalazarPinochet.
Barbarların önde gelenleri. 
Bugün ülkelerinin utancıdır. 
Ama “bugün”. 
İktidar dönemlerinde esip gürlüyorlardı. 
Astıkları astık, kestikleri kestikti. 
Victor Hara. Şili’nin büyük şarkıcısı. Şili’nin barbarı ellerini kestirdi ve söyletti: “Şimdi şarkılarını çal bakalım.” 
Victor Hara’yı öldürdüler. 
Şarkıları eskisinden daha güçlü söyleniyor. 
Victor Hara Şili’nin onurudur. Pinochet Şili’nin utancı. 
Hitler Almanyası’nda barbarlık uygarlığı eziyordu. 
Mussolini İtalyası barbarlığa faşizm diyordu. 
Salazar’ın Portekiz’i. 
Pinochet Şilisi barbarlık dönemlerini yaşıyordu. 
Ama sonra ne oldu? 
Uygarlar çok çile çekti ama uygarlık kazandı. 
Ülkelerin yaşadığı barbarlık dönemleri vardır. 
Barbarlar ne zaman kazanır? 
Uygarlar, kuralları var sandıkları zaman. 
Uygarlar “kanunlar var” sanırlar, ama barbarlar için yoktur. 
Uygarlar “adalet” ararlar, boşunadır, adalet yoktur.
Uygarlar için geçerli olanlar barbarlar için geçersizdir. 
Barbar için hile, yalan, arkadan vurma, iftira, her şey vardır. 
Yeter ki kazansın. Yeter ki gücünü kaybetmesin. Yeter ki çıkarını kollasın. 
Ama ne güç onundur, ne kazanç onundur, ne de iktidar onundur. 
Onun hiçbir şeyi yoktur. 
Barbarın gücü, uygarın korkusu kadardır. 
Barbarın iktidarı, uygarın kendi gücünü bilmemesidir. 
Uygar, yarın değil, bugün kazanmalıdır. 
HAYIR diyeceksin.
Bu ülkedeki barbarlığı yeneceksin. 
GÜÇ SENDE, 
Barbara HAYIR de. 
HAYIR.

***

Senin gücün DOĞRULUĞUNDA. 
Senin gücün HAKLILIĞINDA. 
Senin gücün ÜLKENİN TARİHİNDE. 
Senin gücün BİRLİKTE OLUŞUNDA.
HAYIR DE. 
VE KAZAN. 
ŞİMDİ GÜÇ SENDE…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Cennet ve Cehennem

Görsel:Hannah Greer

Cennet ödüldür. Cehennem ceza. Bütün inanç sistemleri bu ‘ödülceza’ ikilemini insanların başına asmıştır.

Ölüm korkusu da bu eşiğin üstüne yerleştirilmiştir.

Ölümden sonra ya cennet ya da cehennem.

Irvin Yalom (psikiyatrist ve yazar), insanın dört korkusunu şöyle tanımlar:

Ölüm korkusu,

Özgürlük korkusu,

Yalnızlık korkusu,

Yaşamın anlamı.

Korkular. Ödüller ve cezalar.

İnsanı bilinmeyen güçlerin elinden kurtararak bilinen güçlerin dünyasına getiren
Aydınlanma ve Rönesans devrimi, cenneti ve cehennemi de yeniden tanımladı.

Cennet, insan aklına dayalı bir dünya düzeni ile, insanın kendi sorumluluğunu bilerek adaletli, refahı paylaşan, herkesin yararlı olacağı, mutlu olacağı bir yaşamdı.

Cehennem, insanların bir bölümünün ezen, bir bölümünün ezilen olduğu, adaletsiz, yalancıların, hırsızların refah içinde olduğu, dürüst insanların sıkıntı çektiği, mutsuz bir yaşamdı.

Cennet de cehennem de bu dünyada yaşanıyordu.

Cenneti yaşamak da insanların yapacağı bir şeydi.

Cehennemi yaşamak da insanların birbirine zulmü idi.

Kim neye inanır, nasıl düşünür bilmiyorum, ama ben ülkemde cenneti de, cehennemi de görüyorum.

Cennet de burada, cehennem de.

***

Cennet gibiydi benim ülkem.

Buğday tarlaları uzanırdı. Hayvanları otlaklarda beslenirdi. Tertemiz yeraltı suları toprağı besler, insanlar birbirine sevgiyle seslenir, saygıyla selamlaşırdı. Çocuklar mutluluk içinde oynar, sevgiyle büyürlerdi.

Ülkem yoksuldu ama dürüstlük içindeydi. Yalan dolan bilmezdi. Okullar çocukların neşesiyle çınlardı.

Bir büyük savaştan yeni çıkmıştı ülkem. Kurtuluş Savaşı’nı vermiş, yeni bir devlet kurmuştu. Başındaki Mustafa Kemal’e güveniyordu. O da bütün varlığını halkına adamıştı.

Ülkem yoksul ama gururlu bir yeryüzü cennetiydi.

Daha güzel bir cennet olma yolundaydı.

Ama sonra başka şeyler oldu.

Zaman ilerledi.

O güzel insanlar güzel atlara bindiler.

Gittiler.

***

Şimdi ülkem bir cehennem.

Adalet isteyenin dayak yediği bir cehennem.

Zorbanın haklı sayıldığı bir cehennem.

Yalancının zengin olduğu bir cehennem.

Emekçinin ezildiği bir cehennem.

Artık ülkemi tanıyamıyorum.

Korku her yanda kol geziyor.

Meleklerin yerini zebaniler almış.

Güçsüzün sesi duyulmaz olmuş.

Haksızlığı, zulmü örtmek için,

Bir yaygara, bir şamata sürüp gidiyor.

Ağzını açana tokat.

Doğruyu söyleyene zindan.

Doğrudan yana olana ceza.

Eğriden yana olana ödül verilir olmuş.

Artık ülkemi tanıyamıyorum.

Cennetim cehennem mi olmuş?

***

HAYIR diyorum, bin kez HAYIR.

Benim ülkem bizim cennetimiz olacak gene.

Ve kötülerin cehennemi olacak.

Mutlaka…

***

İşte bunun için, işte bu ‘mutlaka’ için,Yerel yönetimleri kazanalım.Her türlü tartışmayı geride bırakalım.Önümüzdekiüçayıbuamacayöneltelim.Cumhuriyet Halk Partisi öncülük edecektir.

‘Hayır Cephesi’ ile Yerel İktidarlara yürüyelim.

Güncel görevimiz budur…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Atatürk ve İslam

(Bu yazım daha önce yayımlanmıştı. Yeniden yayımlanmasını istemek içimi burkan bir acı duymama neden oluyor. Ülkemin, toplumumuzun, kültürümüzün her gün daha da geriye gitmesi ne durumda olduğumuzun bir göstergesidir. Umarım bu gösterge hepimiz için bir uyarı olur ve cesaretle doğruları savunmamızın yaşamsal önemini anlatır.)

Atatürk İslam dini ile çok ilgilendi.

Atatürk karşıtları ona “dinin toplumdaki etkisini azalttı” diyerek geleneksel yapıyı bozduğu savıyla karşı çıkarlar.

İslam tarihi yerine Türk tarihini, Osmanlıca yerine Türkçeyi, medrese eğitimi yerine modern okulu, kadı yargısı yerine laik hukuku getirdiği için de “toplumu köklerinden ayırmakla” suçlarlar.

Atatürk gerçekten de İslam dini ile ilgilenmiştir.

Bu ilgisinin tarihsel süreçle bağlantısı vardır.

Atatürk dinle ilgili üç hedef belirlemiştir:

Birincisi, dinin dünya yaşamını yönetmemesi. Laiklik.

İkincisi, halkın dinini doğrudan öğrenmesi. Bunun için de kutsal kitap Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi. Ezanın Türkçe okunması. Halkın bilme hakkının gerçekleşmesi.

Üçüncüsü de, din ile halkın arasına girmiş olan tarikat, tekke, zaviye, şeyhlik, dervişlik, büyücülük, üfürükçülük gibi kuruluşların kaldırılması.

Atatürk bunları yapmıştır.

Atatürk bunları neden yapmıştır?

Çünkü Osmanlı tarihini bilmektedir.

Nedir Osmanlı tarihi?

***

Yıl 1789. Fransız İhtilali başlamıştır. Dünya artık değişecektir.

Aynı yıl Osmanlı’da tahta III. Selim geçmiştir.

Yenilik yanlısı bir padişahtır III. Selim. Çünkü, yenilik yapılmazsa ordu artık yenilecektir.
Osmanlı çökecektir. Yeni bir ordu kurmaya kalkar, Nizam-ı Cedit. Hemen karşısına “mollalar- yeniçeriler-esnaf” ittifakı dikilir, “Gâvur Padişah” diye bir sıfat takarlar.
Yenilik yapılamaz.

1807. IV. Mustafa. Bir yıllık saltanat.

1808. II. Mahmut. Yenilikçi bir padişah daha. Ona da “Gâvur Padişah” diyeceklerdir. Ama o yenilikler yapar. Yeniçeri Ocağı’’nı yok eder. Tıbbiye, Harbiye onun zamanında kurulur.
İlk kıyafet devrimini yapar.

1839. Abdülmecit tahta geçer. O da yeniliklerden yanadır.

Ama bu girişimlerin hepsinin karşısına Atatürk’ün kaldırdığı o yapılar dikilir. Padişahları “gâvurluk”la suçlar. Dinsizlikle suçlar.

Bu yapılar aslında insanları koşullandıran “zihinsel kalıplar” ile sonradan “beyin yıkama” adı verilecek telkin sistemiyle kendi gruplarını yönetmektedirler. Toplumu da böyle yönetmek isterler.

Dostum bir hukuk profesörü, “Anlamadığım şey”, demişti, “zavallı bir vaizin önüne çöküp de elini öperek inanan eğitimli insanlar bunu nasıl yapıyor?” Fethullah Gülen ve cemaatini soruyordu.

İşte böyle oluyordu. Düşünmeyi durduran zihinsel kalıp bariyerleri.

Koşullandıran bilgi kalıpları. Donmuş bilgi formatları olmuş inançlar.

Sorgulanması yasaklanmış öğreti. Böyle oluyordu.

Bugünlere de böyle gelindi.

Osmanlı, dünya gelişmelerine kapandı.

Bilim engellendi, sanat yasaklandı. Her yenilik dinsizlik diye suçlandı. Ve Osmanlı çöktü.
Osmanlı yıkıldı.

Öyle mehter marşıyla, kılıç kalkanla olmuyor işte.

Atatürk’ün gördüğü buydu.

Atatürk, İslam dinini özüne kavuşturdu. Halkın dinini öğrenmesini istedi. Batı’nın İncil’i kendi dillerine çevirmesinden 400 yıl sonra Kuran çevirisini gerçekleştirdi.

Elbette softası, mollası kızacak. Çünkü, ellerindeki yetkiyi halka bırakmak istemeyecekler.

Bugün Fethullah Gülen ve cemaati suçlanıyor.

Ya öteki tarikatlar? Öteki cemaatler? Açtıkları okullarda yaşanan her türlü yasadışı, ahlakdışı işler. Kapatılıp gidiyor. İyi mi oluyor.

Dinin siyasetle iç içe oluşu, dinin ticarete alet oluşu iyi mi oldu?

Hayır iyi olmadı.

Siyasete karışan din, ticarete bulaşan
din özünden sapar. Hadi bakalım, dinin sana söylediklerini yap. Nedir onlar?

Yalan söylemeyeceksin.
Birisinin arkasından konuşmayacaksın.
Haram yemeyeceksin.
Dilinde yalan, ağzında haram olmayacak.

Hadi bakalım, bizde dindarlık böyle mi?

Dilinde yalan, yediği haram.

Yaptığı ettiği talan.

Sen yat, kalk Atatürk’e dua et.

Dününü de ona borçlusun, yarınını da.

Kabul etsen de böyle, kabul etmesen de böyle…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Atatürk, Senin İçindeki Haine Bakıyor

Sınıftaki öğretmen duvardaki Atatürk resmini kaldırmış:
“Bana hain hain bakıyor” diyerek kaldırma nedenini açıklamış.

Bir öğrenci teneffüste resmi yerine asmış.Öğretmen gelip de yeniden resmi kaldırınca, öğrenci yerinden kalkıp evine gitmiş ve diretmiş: “Ben bu okulda okumam.”

İşte bu. Buyrun bakalım, bu çocuğa gitmek isteyeceği okulu bulun.

Bu çocuğa bir okul açmamız gerekiyor. Zorunlu.

Var mısınız, on kişi bir araya gelelim bir dernek kuralım?

Yüz kişi bir araya gelelim, bir eğitim kooperatifi kuralım.

Bin kişi bir araya gelelim, bir okul açalım.

Öğrencisi de var, öğretmeni de var, velisi de var.

Bir kooperatif okulu. Var mısınız?

Bu girişimin örnekleri oldu ama profesyonel düzeye ulaşamadı.

İsveç’te bu model uygulanıyor. Sosyal demokrat parti, ona destek olan işçi sendikası, yanlarına gelen STK okullar açıyor. Sertifika programlı kurslar açıyor.

Neden anaokullarımız olmasın, ilköğretim, ortaöğretim okullarımız olmasın?

Neden bizim üniversitelerimiz olmasın?

Atatürk’ün yolunda olmak, işte bunları yapmaktır.

Çünkü Atatürk, yoklukların içinde var olmak demektir.

Çünkü Atatürk, engelleri kaldırıp hedefe ulaşmak demektir.

Çünkü Atatürk, kendi varlığıyla isyandır.

Ama hedefsiz, yıkıcı bir isyan değil, tam tersine, hedefi olan, yapıcı bir isyandır.

Bizim yolumuzun bu olması gerekir.

İstediğimiz, hakkımız olan her şeyi kimseden beklememeli, biz yapmalıyız.

Mücadele de budur, risk de budur, doğru olanı hak etmek de budur.

Kimseden beklemeyeceksin, kendin yapacaksın.

Hem de her şeyini ortaya koyarak mücadele edeceksin ve kazanacaksın.

Atatürk örneği, Atatürk modeli budur.

Ağlaşma değil, sızlanma değil, gidip gidip sığınma değil.

Kazanmak istiyorsan hak etmen gerekiyor.

CHP solda durup sağa bakarken ne umuyor?

Hayret edeyim mi etmeyeyim mi bilemedim.

CHP milletvekilleri Öztürk Yılmaz ile Gürsel Erol “Türkçe ezan” konusunu ortaya attıkları için parti disiplinine verilmişler. Cezalandırılmaları isteniyormuş.

Türkçe ezan, Türkçe Kuran, bu halkın kendi dilinde ibadet etmesi için gerekli olan uygulamalardır. Halkın kendi dinini kendi dilinde anlaması en doğal hakkıdır. Bu hakkı vermeyenler, halkın kendi dinini öğrenme-sini istemeyen din aracılarıdır. Böylece toplum içinde yetki kazanan, onları kendi emelleri için yönlendiren din kullanıcıları, halkın bilgisizliğinden yararlanan kişilerdir.

Atatürk, tarikatları, tekkeleri, zaviyeleri bu din sapmasının odakları olduğu için kapatmış, Türkçe Kuran ve Türkçe ezanı bu amaçla uygulamaya sokmuştur.

Bu konularda gerçekleri söylemekten çekinmek, konudan kaçınmak CHP için yanlıştan öte ayıptır, Atatürk’ün mirasının reddidir.

Bu konulardan uzak durarak, kaçınarak, çekinerek sağdan oy alacağını ummak ise en hafifinden aymazlıktır. Sağ kulvardan bu yolla CHP’ye oy gelmez.

Bu konuda düşüncelerini söyleyen milletvekillerini disipline vermek ise ayıp kere ayıptır.
Bu ayıptan dönünüz.

AKP’nin gündemini izleyip de karşı çıkmayı muhalefet sanmak, sadece iktidarı güçlendirir.

Atatürk’ten uzaklaşan bir CHP sadece kendi varlığına zarar verir.

Belediye seçimlerini kazanmak mı?

Gücünü uygarlık tarihinden alan çağdaş, uygar Türkiye’yi toplumun önüne koyacaksınız.

Toplumun yapıcı heyecanını harekete geçireceksiniz.

Doğru ve güçlü bir öncülük yapacaksınız.

Ya geleceği kazanacaksınız,

Ya da ülkeyi, bir ortaçağ halifeliğine teslim edeceksiniz.

Sorumluluğunuz budur.

Hepimizin ortak sorumluluğu budur…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İnsanın Evcilleştirilmesi

Görsel:Jake Rossen

İnsan da evcilleştirildi.

Yabani buğdayın işlenerek evrilmesi gibi, kurtların eğitilerek köpekleştirilmesi gibi, yaban atlarının binek hayvanlarına dönüştürülmesi gibi.

İnsan da evcilleştirildi. Söylenene inanan, isteneni yapan, eline verilen oyuncaklarla avunan “evcil insan” oldu.

Kazancını artırmak için çırpınan, iş-ev-araba üçgenine kısılmış, istenmek için, sevilmek için bakınan “evcil insan”.

İnsan uygarlığının geldiği son aşama bu.

Şimdi Harran Üniversitesi Rektörü’nün söylediği sözler fazla mı oldu?

Efendisine itaat etmenin farz-ı ayn olması, yani yapılmasının şart olması, yapılmazsa haram olacağı sözleri aşırı mı sayıldı?

Efendisine itaat etmeyenlerin başına gelenleri bilmiyor musunuz?

Elbette biliyorsunuz.

Efendisine itaat etmeyenler işlerinden atılıyor, cezalandırılıyor, daha da ileri giderse hapse atılıyor, aylarca, yıllarca hapiste tutuluyor.

Efendisine itaat edenler ise terfi ediyor, yeni görevler alıyor, yüksek ücretler alıyor, oraya danışman, buraya başkan oluyor. İtaat edince rektör bile oluyor. Daha ne olsun?

Şimdi istifa etmiş, öyle istenmiştir, yakında başka bir makama daha yüksek ücretle atanır.

İtaat ödülsüz bırakılmaz.

Geldiğimiz çizgide evcilleştirme yetmiyor, kul ve köle olmanız da gerekiyor.

Üniversitelerin medrese yapılması, profesörlerin de müderris olması isteniyor. Karşı çıkarsan kapı dışarı, yallah.

***

Toplumda öfke büyüyor.

Bunu görmeniz gerekir.

Ücretlerin erimesi, hayat pahalılığının yangına dönüşmesi artık dayanma çizgisini çoktan geçti.

Öfke büyüyor. Muhalefetin, özellikle CHP’nin bu öfkenin temsilcisi olması şart.

Bu öfkeyi temsil etmeyen hiç kimse kitleyi harekete geçiremez.

Gariptir ki, öfkenin yaratıcısı olan siyasal iktidar, toplumsal öfkeyi muhalefetten daha iyi temsil ediyor.

Hedef şaşırtarak, kızgın saldırılarla, uydurma suçlamalarla, geçmişe dönük yalanlarla sahte bir öfke ortamı yaratıyor.

CHP muhalefeti bu yapay gündemin peşinde uysal karşı çıkışlarla, yükselecek dalgayı yatıştırıyor.

Muhalefet mi yapacaksınız?

Meydan okuyacaksınız, meydan. Bu bir.

Doğruları haykıracaksınız. Mırıldanmayacaksınız. Sızlanmayacaksınız. Doğruları yalancıların suratına çarpacaksınız. Bu iki.

“Nereden oy alırım?” hesabının mızmızlığına gömülmeyeceksiniz.

Bu toplumu kuran doğru evrensel ilkelerin öfkeli temsilcisi olacaksınız.

Bağımsızlığın, laikliğin, ulus olmanın, bağımsız hukukun, laik eğitimin, Türkçenin, ulusal kültürün, Atatürk’ün ve İnönü’nün haklı ve gururlu temsilcisi olacaksınız.

Yalana, talana, siyaset eşkıyasına, para ve mal cambazlarına böyle karşı çıktığınız zaman kitleler size kulak verecektir.

Halkı haklının gücüne inandırdığınız ölçüde sizin yanınızda olacaktır.

Haksız yere işinden atılanlara sahip çıkıyor musunuz?

Aylardır haksız yere hapiste yatanlar için ne yapıyorsunuz?

Konuşmanın ötesinde yaptığınız bir şey var mı?

Halkın öfkesinin temsilcisi oluyor musunuz?

Meydan okuyacaksınız. Varlığınızı kanıtlayacaksınız.

Konuşmak yerine yapacaksınız.

Örgütleriniz, haklı öfkenin enerji merkezleri olacak.

Delege hesabı yerine eylem projeleri yapılacak.

Gerçek bir güç kaynağı olacaksınız.

Önemli olan, iktidar ya da muhalefet olmak değildir.

Önemli olan, güven veren bir güç kaynağı olabilmektir.

Kulluğa köleliğe karşı çıkan insanlık mirasının sahibi olabilmektir.

İşte, Atatürk’ün temsil ettiği genç Cumhuriyet bu Aydınlanma kültürünün bilinçli temsilcisi idi.

Gerçek iktidar, bu temsilin iktidarıdır.

İnsanın evrimi yerine insanın devrimini koyacak olan da bu güçtür…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın